Sabahattin Ali – Anılar, İncelemeler, Eleştiriler
- Stok Durumu: Stokta var
- Ürün Kodu:: 5669-9789750829789
- YAZAR ADI: 5669-978-975-08-2978-9
Sabahattin Ali’yi farklı yönleriyle tanımak ve eserlerinin Türk edebiyatındaki yerini daha iyi anlamak isteyenler için önemli bir kaynak...
1978’de büyük bir cesaretin ve bağlılığın ürünü olarak yayımlanan bu kitap Sabahattin Ali’nin hayatına dair pek çok bilinmeyeni ve kişisel belgeyi günışığına çıkarmıştı. Sabahattin Ali’yi tanıyanlar da onunla ilgili anılarını yazarak kitaba eşsiz bir katkıda bulunmuştu. Kitap yıllar içinde Sabahattin Ali hakkındaki çalışmalar için kaynak olmakla kalmadı, bir sanatçının arkasından yapılması gerekenleri göstermesi açısından da önemli bir örnek oldu. Aradan geçen otuz beş yılda, Sabahattin Ali hakkında pek çok kitap yayımlandı, sergiler açıldı, belgeseller yapıldı.
Güncellenmiş ve genişletilmiş bu baskıya ise yeni bilgiler ve Sabahattin Ali’nin eserleri hakkında yazılmış yeni yazılar eklendi.
Kitap | |
Sayfa Sayısı | 464 |
Kitap Özellikleri | |
Basım Tarihi | 07.2014 |
Boyut | 13.5 x 21 cm |
Tadımlık | <p>Ağabeyim Sabahattin Ali<br /> Süheyla Conkman</p> <p>Trabzon’un Of ilçesinden Alay Emini Salih Efendi ile Kafkasya asıllı Saniye Hanım’dan ilk çocukları olarak babam Ali Selahattin dünyaya gelmiş. Annem ise Bandırma’nın Yortan köyünden alaydan yetişme Mülazım Mehmet Ali Efendi ile Hatice Hanım’ın ilk çocukları. Ben sadece anneannemi tanırım. Pembe yanaklı bir ihtiyardı. Çocuklara karşı pek yumuşak olmayan, bir de parayı gayet iyi tanıyan, oldukça seven bir insandı.<br /> Babam İstanbul’da Cihangir’de büyüyor. Askeri okulu bitirip önce Yalvaç’a, sonra da Gümülcine’nin Eğridere ilçesine gidiyor. Yine orada babası asker olarak bulunan annemle evleniyorlar, ağabeyim orada dünyaya geliyor.<br /> Babam son derece açık düşünceli, ileri görüşlü, namuslu ve dürüst, müziğe yeteneği olan bir insan; annemse kapalı dindar bir ailenin kızı olduğu için aralarındaki uçurum ömür boyu sürüp gidiyor. Annemi de sinir bunalımlarına götürüyor. Fakat babamın son derece kuvvetli hayal gücü, espri yanı, annemin de yine son derece üstün zekâsı, güzel konuşma yeteneği, kuvvetli hafızası hatırladığım yanlarıydı. Bu hafıza gücüne kardeşler arasında yine en çok onun sahip olduğu her vesileyle görülmüştür.<br /> Ağabeyim 19 yaşında babamı kaybedince pek çok sarsılıyor; ölüm haberini alınca, “Hayatımın direği yıkıldı sandım” derdi. Aileye olan sorumluluğunu hiçbir zaman yitirmeden devam ettirdi.<br /> Annemle bir araya geldikleri zaman hiç anlaşamazlardı. Buna rağmen ağabeyim, anneme her türlü yardımını bir gün bile ihmal etmemiştir. (Hatta Fikret ağabeyimi en son İstanbul’da gördüğü zaman, kendisi pek çok bunalım içinde olduğu halde, “Anneme bir ay para göndermezsem beni ölmüş bilin” demiş). Annem de onun arkasından gözyaşı dökerek yaşadı.<br /> Çeşitli çocukluk anıları arasında ağabeyimin yeri başkadır. Çünkü insan hayatı tanımaya başlarken ancak gördüklerini anımsar, bütün bir ömür boyu da bazıları hiç bilinmez. Ben ağabeyimi duyarak tanıdım.<br /> Almanya’dan mektupları gelirdi, bazen de para yollardı.<br /> Balıkesir Öğretmen Okulu son sınıfında iken babamı yitirmişti. Okulu bitirip Berlin Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde okurken Potsdam’da pansiyonda kalmış. Oranın görülmemiş çiçeklerle bezeli bir yer olduğunu burada yaşayan insanın muhakkak şair olacağını anlatırmış. Evde onun sözü hep yüceltilerek geçerdi. Bana onun davranışları örnek olarak anlatılırdı. Annem, en çok da ders çalışmasını, kitap okumaya olan düşkünlüğünü ve daima hocalarının onu ne kadar çok sevdiğini tekrarlar dururdu.<br /> Benim yaşlı bir matematik hocam vardı, Tahir Hoca isminde. Daha önce ağabeyimin de hocası imiş. Her zaman bana “Senin ağabeyin alnından öpülecek bir talebemdi” derdi. İşte ailemin dayanağı olan bu ağabeyi görmeyi o kadar çok isterdim ki.<br /> Onunla olan anılarım zaten hep kopuk kopuktur. Sırasıyla düşünürsem, ilk defa nerede, nasıl gördüğümü pek hatırlayamıyorum.<br /> Almanya’dan dönmüştü. Konya’ya Almanca öğretmeni olarak gidince orada bir ev tutup annemle beni çağırdı. Edremit’teki o sıkıntılı günler artık bitiyordu. Ben sevinçten uçuyordum. Kendimizi Konya’da bulduk. Kahverengi, yakası kürklü paltosu, çerçevesiz gözlükleriyle gözümün önündedir. Bir de daima gülen yüzü. Onun bazen gülerken bir konuşması vardı ki, kendisine mahsus bir özellikle hem güler, hem konuşur, çabuk çabuk ama sözcükler tam anlamıyla dökülürdü ağzından. Bir gün okuldan eve gelirken yolda karşılaştık. Beraber eve geldik, o içeriye girmeden anneme, “Bu akşam beni yemeğe beklemeyin, biraz geç gelirim, savcılıktan çağırmışlar” dedi. Ne yazık ki artık hiç gelmedi. Biz eşyaları toplayıp yine Edremit’e dönerken onu Konya cezaevinde ziyaret ettikten sonra ayrıldık. Arkadaşlarından Pertev Bey bizimle ilgilenerek yolcu etti. Sinop kalesinin başlangıcı idi bu üzüntülü günler. Konya’daki üç aylık huzurdan sonra daha da artarak yine başladı. Şunu belirtmek isterim, ağabeyim bütün dost ve arkadaşlarına karşı gayet samimi ve candandı, riyakârlık ve yapmacıktan iğrenirdi. Fakat kısa ömründe, sevdiği tek ve gerçek insanın Pertev Naili Boratav olduğundan kesinlikle eminim. Yakınları dışında tabii.<br /> Bu arada yine gerçek bir arkadaşlık ve insanlık olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Edremit’e döndüğümüzde, bir gün çocukluk arkadaşı Mustafa Seyit Sutüven bizi ziyarete geldi. Kendisi Edremitlidir. Ağabeyimle anlaşıp karar verdiklerini, ağabeyimin bize gönderdiği parayı her ay yine göndereceğini, bizim de kendisinden almamızı söyledi. Böylece hapislik süresince ağabeyim bizim maaşımızı kesmemiş oluyordu. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, belki 8 veya 10 yıl, bir gün laf arasında ağabeyim, hapisteyken para sıkıntısı çektiğini, arkadaşlarının yardımlarından başka geliri olmadığını anlatırken annem dikkatle dinliyordu. “Ah oğlum, bu arada yine de bizim maaşımızı Mustafa’ya göndermeyi bir olsun ihmal etmedin” dedi. Ağabeyim birdenbire şaşırdı, “Nasıl olur ben Mustafa’ya para yollamadım” dedi. Bunu ve tabii borcunun miktarını da Mustafa’ya sorduğu zaman onun “Arkadaşlık arasında lafı mı olur, bana borcun falan yok” dediğini yine ağabeyimden öğrenmiştim. İşte böyle bir adamdı yakınları tarafından bile takdir edilmeyen Mustafa Seyit Sutüven. Demek ki aileyi paylaşmıştı arkadaşları.<br /> Sonra kendimi Ankara’da Necati Bey İlkokulu karşısında bir apartmanın küçücük çatı katında buluyorum. Bu sefer evliydi ve annemi değil de sadece beni yanına almıştı. Bu da bir okul devresi sürdü. Yazın yine Edremit’e gelmiştim. Onlar da askerliği dolayısı ile İstanbul’a gitmişlerdi. O evin, bir adam boyundan kısa, gittikçe yere doğru inen ve yerde biten bir tavanıyla küçük bir sandık odası vardı. Onun kitap odasıydı. O eğri tavana ve iki yan duvara dünya yazarlarının resimleri yapıştırılmıştı. Yerde de dikine, yan yana sıralanmış, kapı hizasına kadar gelen kitapları dururdu. Bu odaya girer, tozlarını alır, kapıdan bakar, güzel oldu değil mi derdi. Tavana yapıştırılmış yazarların resminin hizasına o yazarın bütün eserleri dizilmişti. “Böylece bulmak kolay oluyor” derdi.<br /> Bundan sonraki anılarım, Ankara’daki Karanfil Sokak’ta, yine çatı katında, ama daha düzgün olan evinde bölüm bölüm devam eder ve biter. Okulun tatil dönüşlerinde, bazen yalnız, bazen annemle bulunduğum o evde, yengemle beraber artık bir de Filiz vardı.<br /> Ağabeyimi aklım ererek, iyice orada tanımışımdır. Kapısı, dostlarına vakitli vakitsiz daima açık olduğu için, birçok kişiyi de orada tanımışımdır. Evli arkadaşları dışında, talebeleri de ziyarete gelirdi. Onun evindeki gibi, bu aile, arkadaş ve talebeleriyle sürdürdüğü, esprili, bilgili, son derece açık ve samimi sohbetlere ömrümce hiçbir yerde rastlamadım. Bir oda dolusu insan içinde hep o konuşur, yaşlı, genç hep kendini dinletirdi. Hayranlık ve saygı topladığını sezerdim orada bulunan insanların yüzünden.<br /> Artık sahip olduğu muazzam kütüphanesi yerde değildi. Bir kısmı tavana kadar olan camlı kitaplıklarda korunuyordu. Yine de bir kısmı arka odada sandıklar içindeydi. Dostlarıyla sohbet sırasında kalkar, kitaplıktan bir kitap alır, konuşulan konuları daha da aydınlatmak için bölümler okurdu.<br /> Bir gün bir talebesi görüşmek üzere gelmişti. Sonra ağabeyim kapıdan uğurlarken, ondan okumak için bir kitap istedi ve ekledi, “Tanınmış bir yazarın kitabı olsun hocam” dedi. Ağabeyim o zaman dönmüş, “Tanınmış yazar arama, insan kitap okuya okuya yazar tanır” demişti. Hiç unutmam bunu.<br /> Kitaplarını okumak için verdiği herkese temiz tutulmasını muhakkak söyler elinde bulunan küçük defterine kime hangi kitabı verdiğini yazar ve geri getirilince de anında silerdi.<br /> Sık sık Nurullah Ataç da gelir, annemin yaptığı ev eriştesini pek severdi. Bir gün Nurullah Bey anneme “Oğlunuzda namütenahi bir zekâ var, bunu biliyor musunuz?” demiş, annem de teşekkür etmişti. Klasik Batı müziğini çok sever, eve gelince daima radyodan arar, zevkle dinlerdi. Bana da anlatırdı, “Bak Viyana ormanları, anlayarak dinlemeye çalış, ne hissedeceksin” derdi.<br /> Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardı ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: “Ata binesim geldi, hay dah dah, yâre gidesim geldi.” Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de “Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı” dedikçe şaka yollu tekrarlardı: “Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yâr yâr aman...” Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik.</p> |